BAŞKAN, “YUMUŞAMA POLİTİKALARI” BÜYÜK TUZAKTIR…

Ardan ZENTÜRK
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 15 Nisan’da katıldığı bir TV programında, Türkiye-Mısır ilişkilerinde yeni mesafeler alındığını, Kahire’nin Türkiye’den bir heyeti (sonrasında Dışişleri Bakan Yardımcısı Sedat Önal başkanlığında bir heyetin 5-6 Mayıs tarihlerinde Mısır’ın başkentinde muhataplarıyla görüşmeler yapacağı açıklandı) davet ettiğini duyurdu.
Çavuşoğlu’nun açıklamasında siyaset ve diplomaside bazen kırgınlıklar olabileceğini ancak ortak niyet konulduktan sonra ilişkilerin daha kolay ilerleyeceğini vurgulaması da dikkat çekiciydi.
Açıklamanın üzerinden hayli zaman geçti, kimse, Türkiye-Mısır ilişkisinin 2013 yılından bu yana yaşadığı gerginliğin “nasıl bir kırgınlık olduğunu” sorgulamadı, bu konuda –mesela- Külliye’den de bir açıklama gelmedi.
Bildiğimiz, Türkiye-Mısır ilişkisinin “kırgınlık” olarak adlandırılabilecek seviyenin çok ötesinde “kriz” yaşadığıydı, birden nasıl kırgınlığa geri dönüş yaptı, anlamak gerekiyor.
Türkiye’nin, Mısır’ın tarihinde seçimle iş başına gelmiş ilk ve –şu an için- son Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren askeri darbeden sonra izlediği politika DOĞRUDUR…
Bu politikanın temelinde, darbeci bir rejime karşı duyulan “kırgınlık” değil “öfke ölçüsünde sert tepki” yatmaktadır.

Hatırlatayım: 14 Ağustos 2013 günü yaşanılan katliamlardan sonra Kahire’nin morgları cesetler ile böyle dolmuştu…
Mısır’ı şu anda ordunun postalı altında ezen Abdülfettah el-Sisi, bir DARBECİ’dir. Kendisini üzerindeki üniformasıyla savunma bakanlığına atamış sivil siyasetçi Mursi’nin katilidir. Yalnız Mursi’nin katili değildir, darbe sürecinde ülkenin Rabi başta, tüm meydanlarında demokrasi için direnen silahsız masum sivillere acımasızca ateş açtırmış, binlercesini kadın-erkek, genç-yaşlı demeden katletmiştir.
Bitmedi, yüzlerce siyasi mahkümü idam etmiş ve dünyadan gelen tüm çağrılara kulak tıkayıp idamları sürdüren faşist bir rejim yaşamaktadır Kahire’de…
Bu nedenle, Türkiye-Mısır arasındaki gerginliğe “kırgınlık” dersek, önce kendi onurumuza hakaret etmiş oluruz, TÜRKİYE İLE MISIR UZLAŞMAZ BİR ÇELİŞKİ YAŞAMAKTADIR, BU ÇELİŞKİ, DEMOKRASİYE BAĞLI BİR ÜLKE İLE ASKERİ DARBE YAPMIŞ ELİ KANLI BİR KADRO ARASINDADIR…

Takvimlerin 14.Ağustos 2013’ü gösterdiği gün Kahire’nin Rabiatul Adeviyye Meydanı’nda doğrudan hedef alınarak öldürülen 17 yaşındaki Esma’nın aziz hatırasıyla güçlenen bir çelişkidir bu…
Babası, Müslüman Kardeşler’in önde gelen isimlerinden Dr.Muhammed Biltaci’nin, demokrasi için darbecilere karşı direnen yüzbinlere, “Benim kızım da şehit oldu, hepimiz fedakarlık yapıyoruz, direnişi sürdürmeliyiz” açıklamasını nasıl unutabiliriz?
Türkiye Mısır yönetimine “kırgın” değildir, “öfkelidir…”
- YUMUŞAMA, BERBAT SONUÇ DOĞURUR…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Ocak 2009 günü Davos’ta, dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı gerçekleştirdiği “one munite” çıkışıyla Müslüman coğrafyada elde ettiği “belirleyici/kararlı lider” portresinden vaz geçtiyse, söyleyecek bir sözümüz olamaz, tercihidir, devam edebilir.
Binlerce Müslüman’ın kanını elinde taşıyan, ülkesinin Müslüman-Arap kimliğini yok edip, işi antik Mısır’a taşımak için Kahire’nin ortasında “firavun mumyaları resmi geçidine” kadar vardıran Abdülfettah el-Sisi ile el sıkışmak da mide ister, söyleyeyim, benim midem kaldırmaz.
Türkiye’nin jeo-politik gerçeği, emperyalizmin çıkarlarını savunduğu için Avrupa’nın utanmaz bir yaklaşımla desteklediği kanlı bir askeri diktatörle uzlaşmayı değil, aksine, çatışmayı zorunlu kılar.
ABD-Avrupa-İsrail hattının rotasına girip, Sisi ile yeni arayışlar sergileyen bir Türkiye’nin Müslüman coğrafya açısından ne anlamı kalabilir ki?
“Arap devrimci hareketlerini” destekleyerek, anti-emperyalist mücadelesinde uzak alan savunma hattı oluşturması gereken Türkiye, bu stratejiden uzaklaştığı an, emperyalist saldırı unsurlarını kendi sınırında, hatta içinde görür…
- NEREDE DURACAĞIZ, SIRADA BEŞAR DA VAR MI?..
Kuşkusuz, Erdoğan’ı, Müslüman coğrafyanın “güvenilen lideri” konumundan “teslim olan lideri” görüntüsüne taşıyacak bu tür “yumuşama politikalarını” güçlü şekilde destekleyecek çok unsur vardır.
Emperyalizmin, Mısır yumuşamasıyla birlikte ve hatta eşgüdümlü olarak, “Beşar Esed ile de anlaş” kampanyasını iç cephedeki işbirlikçi unsurları tarafından gerçekleştireceği açıktır.
“Mısır ile yumuşayan Türkiye, hemen, Beşar Esed ile benzer rotaya girmeli, Suriye’de kontrol ettiğimiz toprakları ikili anlaşmalar çerçevesinde rejime terk etmeli ve Suriyeli sığınmacıları da ülkelerine göndermeliyiz” diyenler çıkacaktır.
Çünkü ABD-AB hattında şekillenmiş, İsrail’in de stratejisini önceleyen trans-Atlantik emperyalizm Suriye’de Türk askerini istemiyor, TSK’nın çekilmesiyle ülkenin Esed-PKK hattında ikiye bölünmesini ve Türkiye’nin Suriye sınırında Irak sınırından başlayıp Hatay’a kadar dayanan bir PKK devletinin kurulmasını hedefliyor.
Mısır’la ilişkilerin yumuşama sürecine girmesiyle birlikte Suriye’yi de tanıma ve ülkemizdeki masum milyonlarca sivili bir faşist rejimin insafına terk etme kampanyasını kim başlatırsa, bilin ki, emperyalizmin askeri olarak karşımızdadır.
Ankara’da rüzgar nasıl esiyor, bilemem, ama kesin olarak bildiğim, Sedat Önal başkanlığındaki o heyetin Kahire’ye ayak basmasıyla birlikte, 2009’dan günümüze kadar her geçen gün güçlenmiş güvenilir Türkiye görüntüsünün buharlaşma sürecinin başlayacağıdır.