Bir “SOYKIRIM” örneği: SURİYE

Batı Asya’da özellikle 2001 yılından bu yana yaşanılan gelişmelerin bize gösterdiği gerçek, bu coğrafyada, güçlü “Sünni siyasi kurumsallaşması” istenmediğidir. Nedeni, İsrail’in kalıcı güvenlik arayışıdır.
Bölgenin belirleyici ve yönlendirici kimlik taşıyan Sünni çoğunluğunun güçlü devlet yapılanmasına sahip olması, 1982 tarihli Siyonist, YİNON PLANI’nda bir tehdit olarak değerlendirildi.
İnsanlık tarihi, etnik-dini veya siyasi kimlikli “nüfus eritmesi” harekatlarına, özellikle sanayi devrimi sonrası çok şahit oldu.
Tipik örneği, Nazi lider Adolf Hitler ve kadrosunun planlayıp, yürüttüğü “Nihai Çözüm” stratejisidir.
20 Ocak 1942’de, Berlin’in zengin bölgesi olarak tanına Wansee’nin göl kıyısındaki bir villasında bir araya gelen SS liderleri, zaten Avrupa çapında başlamış olan “Yahudi ırkını yok etme” hareketini derli-toplu plana dönüştüren konuda karara varmıştı. İnsanlık tarihinde ilk kez bir devlet bir milli-dini grubun tamamının yok edilmesi, geride bir kişinin kalmaması konusunda bir strateji geliştirmişti.
Devamı, 1939-1945 yılları arasındaki 2.Dünya Savaşı boyunca milyonlarca Yahudi’nin Auschwitz gibi insanlık için utanç abideleri olan toplama kamplarında yakılarak yok edilmesidir.
Bu korkunç strateji için üretilmiş “holokost” kelimesinin antik Yunanca “tamamı-bütünü” anlamına gelen holos ve yanık anlamına gelen kaust kelimelerinin birleşiminden oluşması bile işlemin korkunçluğu anlatma yeter.
Aynı dönemde, Sovyet lider Jozef Stalin’in 1932-1933 yıllarında bilinçli olarak gerçekleştirdiği, insanlık tarihinin ilk insan eliyle kurgulanmış açlık trajedisi olarak da tanımlanan “Ukrayna açlık” stratejisinin yaşanması bir tesadüf müdür, hayır. Stalin, Ukrayna dilinde “Holodomor” olarak tanımlanan “açlıktan ölüm” stratejisiyle yaklaşık 12 milyon insanı öldürdü, yerlerine diğer Sovyet bölgelerinden insanlar yerleştirerek imparatorluğun batı sınırlarının güvenliğini sağlamaya çalıştı.
Avrupa’yı “soykırıma” dayalı stratejilerle buluşturan bir başka isim, 1992-1996 yılları arasında Bosna Hersek Savaşı’nda yüzbinlerce Müslüman Boşnak’ın ölümüne neden olan dönemin Sırp ideri Slobodan Miloşeviç ve kadrosu oldu. Avrupa’nın “toplama kampları” ve “toplu imha” kavramlarıyla yeniden buluştuğu kirli savaş, Avrupa’nın ortasındaki Müslüman nüfusun yok edilmesini hedefliyordu, Avrupa ülkelerinin gözlerinin önünde yaşandı, NATO bünyesinde Türkiye gibi Müslüman nüfuslu bir devlet olmasaydı, yüksek ihtimal başarıya da ulaşacaktı!..
- Bir “Sünni nüfus” soykırımı…
Batı Asya’da özellikle 2001 yılından bu yana yaşanılan gelişmelerin bize gösterdiği gerçek, bu coğrafyada, güçlü “Sünni siyasi kurumsallaşması” istenmediğidir. Nedeni, İsrail’in kalıcı güvenlik arayışıdır.
Bölgenin belirleyici ve yönlendirici kimlik taşıyan Sünni çoğunluğunun güçlü devlet yapılanmasına sahip olması, 1982 tarihli Siyonist, YİNON PLANI’nda bir tehdit olarak değerlendirildi.
Irak-Suriye hattının yıkılıp, parçalanması, bu planın İsrail için öngördüğü kalıcı güvenlik sisteminin doğal sonucudur.
Bu sistem, aslında, adı konulmamış bir İsrail-İran ittifakını da merkezine yerleştirmektedir. Kalıcı düşman gibi görünen fakat birbirinin varlığından istifade ile sürekli güç biriktiren iki devletten söz ediyoruz.
Birbirini bahane göstererek manevra alanlarını genişleten, toprak kontrolünü büyüten iki devlet…

İsrail ve İran’ın Batı Asya’daki güvenlik ve güç stratejileri bir tek kavrama dayanmaktadır. SÜNNİ SOYKIRIMI…
Irak-Suriye hattında yaşanılan gelişmelerden Türkiye hariç herkesin memnun olmasının nedeni de budur.
ABD-İsrail ve Rusya-İran stratejik ittifakları, Batı Asya’da gelişmelere yön verebilen ve yeri geldiğinde ağırlığını koyabilecek bir “sünni güç” istememektedir.
Emperyalist/hegemonik kimlik taşıyan ABD ve Rusya açısından İran, Müslüman coğrafyadaki azınlık kimliği nedeniyle kolay kontrol edilebilen, yeri geldiğinde de çoğunluk olan Sünni nüfusa karşı da kolay kullanılabilen kimlik taşımaktadır.
ABD tarafından öldürülen Kasım Süleymani’nin intikamını, İdlib’deki Sünni masum sivilleri öldürerek almaya kalkması bir “garip yol şaşkınlığı” olarak kabul edilebilir mi, hayır…
Batı Asya’nın 1979’dan bu yana şahit olduğu İsrail-İran çelişkisi, bir kayıkçı kavgasından başka bir anlam taşımaz, ABD-Rusya hattı da zaten İran’ın yıkılmasını öngören hiçbir gelişmeye izin vermeyecektir.
Buna karşılık, bir NATO ülkesi olan, laik-demokrasiye sahip Türkiye, Batı Asya’ya hakim olmaya çalışan tüm güçlerin hedefinde olacaktır.
- İdlib’te soykırıma tanıklık etmek…
Batı Asya’nın geleceğini belirleyecek gelişmelere sahne olan İdlib’e gidip, “küresel güçlerin” Beşar Esed üzerinden soykırım geliştirdiği Suriye’de yaşanılanları yerinde görme fırsatı buldum.
Yaşanılanlar, Adolf Hitler ve Jozef Stalin’in yaptıklarından farklı değildir, ürkütücü olan, İran ve İsrail’in parmak izlerini taşıyan bu soykırımcı politikaların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa tarafından doğrudan veya dolaylı olarak desteklenmesidir!..
Bölgenin “cephe oyuncuları” Şii Hizbullah, Nusayri Şebbiha milis örgütleriyle Sünni-radikal DAEŞ veya el-Kaide arasında bir fark yoktur, ikisi de son kullanma tarihlerini tamamlayarak birer bomba ile bu gezegeni terk eden DAEŞ lideri Ebubekir el Bağdadi ne ise Kasım Süleymani de odur.
Radikal-sünni/selefist dini milis örgütlerini destekleyen Suudi Arabistan-BAE ittifakının İran’ın düşman cephesini oluşturup, Siyonizm ile işbirliği geliştirmesi de zaten herşeyi ortaya koymaktadır.
Milyonlarca Sünni Müslüman’ın Türkiye sınırına, artık birer Auschwitz kimliği kazanmış, ancak “ölüm kampı” olarak değerlendirilebilecek o derme-çatma kamplara sürülmesi büyük bir trajedidir.
Suriye’de terörizmle mücadele ettiğini savunan kimse, terörizmle mücadele etmiyor.
Yapılan, sivil yerleşim birimlerinin sistemli olarak bombalanması, masum siviller üzerinde dehşet fırtınasının yerleştirilmesi ve bu insanların kadim topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıdır.
Suriye-Irak’ta şimdiden 3 kuşak heba oldu, bölgenin kendini toparlamasının ise en az dört kuşağın yaşam süresine sığacağı tahmin ediliyor.
Özellikle Suriye’den yaklaşık 10 milyon insan, başka bir ülkeye sığındı, bir o kadar nüfus da ülke içinde mülteci haline getirildi.
Bu insanların yerlerini ise, Afganistan-Pakistan-İran-Irak’tan getirilen Şii bir nüfusun alması soykırım stratejisinin ana kimliğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’de “muhalif kimlik” taşıdığını savunan bir kesimin, bölgedeki Sünni nüfusa karşı sürdürülen bu soykırımı görmezden gelip, bölgenin tüm unsurlarına kucak açan Türkiye’yi “Sünnici dış politika” ile suçlaması bir şaşkınlık mıdır, hayır.
Son 10 yıldır yaşanılan bu propagandanın bir emperyalist-hegemonik saldırının maşası olduğu şimdi daha açıktır.